blog

IŞIĞIN PEŞİNDE BİR MİMAR

Mimarlar Odası, 2008 yılından itibaren “Mimar Sinan Büyük Ödülü” alan mimarların üretimlerini derlemek ve mimarlık kamuoyu ile paylaşmak amacıyla “Sinan Ödüllü Mimarlar Programı” adı altında bir dizi etkinlik düzenlemeye başladı. Bu programın 2012-2014 dönemi, “Mimar Sinan Büyük Ödülü” sahibi Erkut Şahinbaş’a ayrıldı.
Program kapsamında Mimarlar Odası tarafından “Işıkla Serüven: Erkut Şahinbaş Mimarlığı” adında bir sergi, bir panel ve bir de kitap yayınlandı.
Eğitimci kimliği, mimari projeleri ve sivil toplum örgütlerinde yaptığı çalışmalar ile ülkemizdeki mimarlık ortamına önemli katkılar sağlayan ve yurtdışında gerçekleştirdiği projelerle Türkiye mimarlığını başarılı bir şekilde temsil eden Erkut Şahinbaş ile “Işığın Peşinde Bir Mimar: Erkut Şahinbaş” adlı kitabını ve mimarlıkta ışığın serüvenini konuştuk.


Nergiz Arifoğlu: Sayın Erkut Şahinbaş, tasarımlarınızda ışığa başrol veren bir mimar olarak biliyoruz sizi. Bunda Kuzey ülkelerinde tecrübe ettiğiniz ışığın yaşamsal öneminin etkisi oldu mu?

Erkut Şahinbaş: ODTÜ Mimarlık Bölümü’nde eğitimim sırasında fakültede görev yapan Jakko Kaikonen ve J.O. Spreckhelsen İskandinav mimarisine merak duymama sebep oldu. O yıllarda Türkiye’de çok fazla bina yoktu. En büyük bina T.B.M.M. binası idi. Mimarlık eğitimim devam ederken ikinci sınıftan itibaren yurtdışına gitmeye başladım. 1960’ta Helsinki’de Ahti Korhonen-Eric Krakstorn Mimarlık Bürosu’nda çalışma fırsatım oldu. Yurtdışında önemli mimarların eserlerini görmek ufkumu açtı. Okuldan mezun olduktan sonra Kopenhag’da Halldor Gunlogsson-Jorn Neilsen Mimarlık Bürosu’nda çalıştım. Sonra İskandinavya’ya gittim. Burada kış, uzun, soğuk, karanlık ve kasvetlidir. Güneş çok az ortaya çıkar; sabah saat 10.00’da hala gece lambaları yanardı. Sabah otobüsle işe giderken karanlık yollardan geçerdik. Kışın üç-beş saat hava aydınlanır sonra tekrar kapanırdı. Ama buna karşılık binalar çok aydınlıktı. Suni aydınlatmayı çok iyi yapıyorlardı ve doğal ışık çıkar çıkmaz kendini yapılarda hissettiriyordu. Aşırı iklim ve güneş hareketlilikleri benzersiz ışık durumları ortaya çıkarıyordu. Bütün bunları görünce ışığın önemini kavradım.
 

N.A.: Işığın mimarideki önemi nedir?
E.Ş.: Işık tüm canlıların gelişmesini sağlayan enerji kaynağı… Mimarlığın anlaşılması ve kavranabilmesinde de ışığın önemi büyük. Bazen sıradan bir yapı bile kullanılan ışık sayesinde bambaşka boyutlar kazanabiliyor. Le Corbusier’in güzel bir cümlesi var: “Mimarlık, doğru, güzel ve akıllı mekanların ışıkla olan beraberliğidir.”

“Mimarlığın yalnızca dört duvar çatmaktan ibaret olmadığına, o dört duvar arasındaki hissiyatı doğal ışığın yarattığına, mekanın kalitesiyle yaratılan gölgelerin, sessizliğin yani kazandırılan metafizik değerlerin yapıyı değerli kıldığına inanıyorum.”

Işık çok güçlü birşey… Tarih boyunca ışık hep bir güç olarak, tanrının bir ifadesi olarak kullanılmıştır. Asırlar boyunca hem korkutucu tarafı tanrıyı temsil ediyor, hem de insanı rahatlatıcı huzur verici bir tarafı var. Mimarların benimsediği temel görüş, ışığın algısal olarak akışkan olduğu yerler yaratmaktır. Işığın niteliğinin niceliğinden önemli olduğunu kavramam mimarlık anlayışımı çok etkiledi. Mimarlığın yalnızca dört duvar çatmaktan ibaret olmadığına, o dört duvar arasındaki hissiyatı doğal ışığın yarattığına, mekanın kalitesiyle yaratılan gölgelerin, sessizliğin yani kazandırılan metafizik değerlerin yapıyı değerli kıldığına inanıyorum.

N.A.: Yapıların ışıkla olan ilgisi için dönemsel bir tarih vermek mümkün mü?
“Antik çağlardan beri ışıkla diyaloğun en olağanüstü örnekleri dini yapılardır.”
E.Ş.: Tarihe baktığınız zaman ışık hep kullanılmış, ışık teması hep var! Suni ışık çıktıktan sonra ışığın kontrolünün yapılması ve doğru şekilde kullanılması mimarlar tarafından yapılmaya başlanmış.
Dünyanın hemen her yerinde yapıların ışıkla olan ilişkisi, aşılması gereken bir mecburiyet olarak algılanmış. Mimarlık tarihi farklı ışık kullanımları ile ilgili oldukça dikkat çekici örneklerle doludur.
Antik çağlardan beri ışıkla diyaloğun en olağanüstü örnekleri dini yapılardır. Roma’daki Panteon çok büyük hacimli çarpıcı bir örnektir. Bütün tanrılara adanan yapı gün boyunca üstten tek bir noktadan ışık alıyor ve yapının içinde dolaşıyor. Camilerde ise her yerden ışık gelir… Hindu mağaralarında belli objeleri ışığın belli noktalarına koyarlar, uhrevi ışığı ararlar ve ışık tek yönden gelir. Ortaçağ’a baktığınız zaman ise Hollanda’ da kuzeyde mesela pencerelerin önünde büyük kepenkler vardır ve bu kepenkler parçalıdır. Büyük ressamların resimlerinde görürüz, kocaman pencerede parçalayarak kepengi değişik ışık alırlar.

N.A.: Ülkemizde, kapsayıcı bir inanç ve kültür yaklaşımıyla çağdaş Türk mimarisine öncülük eden zamansız bir yapıt olarak nitelendirilen ve gelenekselin dışında tasarlamış olduğunuz, benim de sizinle deneyimleme şansı yakaladığım Doğramacızade Ali Sami Paşa Camii’nde ışıkla olan serüveninizden bahseder misiniz?
E.Ş.: Doğramacızade Ali Sami Paşa Camii, her ne kadar ağır yapı gibi görünse de az şeyle çok şey anlatan bir forma sahip… Işık bu yapıda çok önemliydi. Işık çok kurnaz bir olgu, her yeri sevmiyor, yerini sevmesi de lazım. Yaptığınız projenin yapının da yerini sevmesi gerekiyor. Biz bu bakımdan şanslıydık çünkü yerini sevdi. Güzel bir alana yapmışız.
Birçok yapay ışık kaynağı keşfetmiş olmamıza rağmen, insan yapısı bu alternatifler doğal ışığın sunduğu tempodan, dalga boyundan, tonundan ve nüansından yoksundur. Yeterli ışığın içeri alınması iç mekanların aydınlatması için yeterli olmakla birlikte, mimaride beklenen sadece fiziki içerik değildir. Beklentimiz, duygusal tatmindir de….
Bu konuda Çinli filozof Lao Tzu çok güzel bir cümle söylemiş: “Mimarlık dört duvar ve üzerindeki çatı değildir, ama onun üzerindeki ruh halidir.” Bakın çok enteresan yaptığınız konuşmalar unutuluyor, yaptığınız işler de unutuluyor ama bir insanın ruhuna hitap ederseniz işte o unutulmuyor. Bir mimar bunu yapabiliyorsa o başarıdır! Mesela ben bunu Uzakdoğu’da hissettim, Budist tapınaklarında tütsü yakıyorlar, içeri girdiğinizde tütsünün sinmiş olduğu koku o tapınakta etkiliyor sizi… Işık da böyle.


“Işık, mimarlar için yaşadıkça gördükçe önemli hale geliyor.”

N.A.: Türkiye’de mimarlık eğimi sırasında ışığın rolüne dair neler söyleyebilirsiniz?E.Ş.: Ülkemizde Mimarlık eğitiminde hem doğal hem yapay ışığın önemine dair çok fazla ders yok. Işıktan bahsediliyordur ancak daha ince ayrıntılar yani; tekniği, teknolojisi, algılar ve mekanlar ile direk ilişkisine dair dersler belki de yok denecek kadar az. Sanırım ışık konusu ülkemizde üniversiteler bazında elektriksel bir konu olarak düşünüldüğü için mimarlık disiplininde değinilmiyor. Oysaki bu konu asıl mimarların bilmesi gereken bir konu, çünkü ışık varsa mekan var. Mekanı tasarlayan mimarsa o zaman ışığa dair de bir sözü olması lazım. Bu konuda üniversitelere büyük iş düşüyor. Yurtdışında ışık, mimarlara lisans eğitimi sırasında anlatılıyor ya da ışık üzerine lisans eğitimleri mevcut. Kaliteli mekanlarda yaşayabilmemiz için ülkemizde de bu konuların bütün mimarlık fakültelerinde sizin gibi uzman kişiler tarafından anlatılması gerekir.

N.A.: Çok teşekkür ediyoruz.